Ümit Savaş TAŞKESEN YAZDI: AŞKA DOKUNMAKTIR SEZAİ KARAKOÇ OKUMAK

Tanrım dokun bana; kendi aşkına dokun

Çok uzun bir zamana yayılmıyor bu mısra ile tanışıklığım. Beni çarpan bir yanı var: Aşka dokun. Aşk kıl beni. Aşina kıl aşkına. Aşktan uzak kalsak bile aşk ile aşinalığımız ezeli değil midir hepimizin? Fuzuli’nin çığlığında, duasında istediği de bu değil midir “Yarab belayı aşk ile kıl aşina beni”. Evet. Aşk olmayınca iman da olmuyor. Kuru, ruhsuz, çarpıntısız, heyecansız bir iklime dönüyor bütün mevsimler. İçimde içimizde, yeryüzünde.

Yağmurlar dahi aşk ile yağıyor

Yağmurlar dahi aşk ile yağıyor. Dirileceğiz aşk ile…

Karakoç denince aklıma aşk gelir benim. Gül kurusu bir kitap kapağı arasında bir aşk ve tevazu, hikmet, bilgi evreni saklıdır: Gündoğmadan.

Sezai Karakoç ile hayatımın ne zaman, kim vasıtasıyla kesiştiğini bilmiyorum. Yazıyı yazmadan önce de epey düşündüm. Ne yılı hatırlıyorum, ne de herhangi bir kitabını elime tutuşturan bir kimseyi. Belli belirsiz bir şeydir hatırlayabildiğim: Mona Rosa. Mona Rosa’nın hayatımla kesişme çizgisi ise üniversite yıllarına denk gelir. İlk adını duymuşluğum sanırım Mehmet Efe’nin “Mızraksız İlmihali” ile olmuştur. İrfan bu şiiri okuduğunda Nuran neden ağlıyordu? Bir hikâyesi bir devamı olmalıydı. Kime sorduysam bilmedi, duymadı.

Bulamadığım bir Mona Roza vardı. Mevlana Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalmaktan sıkılıp bir öğrenci evine kapağı attığım, ilk defa yurt dışında kaldığım o günü hayal meyal hatırlarım ilk tanışıklık olarak. Nemden boyaları dökülmüş, kitap kaplarının duvara raptiye ile tutturulduğu, tencerede su kaynatıp çaydanlığın alt kısmına çayı demlediğimiz, kepçe ile bardakları doldurduğumuz bir akşamdı. Kıştı. Şems civarına yakındık. Karşımızda küçük bir kümbet vardı. Bodrum katın pis perdelerinden belli belirsiz vuran ışıltısı ile gözüme çarpar geçerdi. Gece 24’ü buluyordu neredeyse. Ülkeyi ve dünyayı kurtarma seanslarının en hararetli yerindeydik. Ayetler, sureler, Medine Vesikası tartışmaları, Maide kırkdört, Yusuf kırk… İsmet Özel.

Monna Rosa, siyah güller, ak güller…

Birden ışıklar söndü. “Mona Rosa saati…” dedi birisi. Kimdi Mona, anlamadım ilk an. Büyük teoriler geliştiriyorduk ne de olsa. Ne işi vardı dünyayı kurtarma zamanının tam ortasında. Ne saati bu? “Sessizlik,” dedi hemşehrim Murat Kamalak, “sessizlik…” Sessizlik olmaz ise okumam. Işıklar kapalı idi. Bir mum yaktı. Kat kat dürülü öğrenci döşeklerinin, yorganlarının arasına sıkışmış bir ajandanın arasından kat kat katlanmış, elde yazılmış, yıpranmış, kenarları yırtılmış birkaç sayfayı özenle çıkardı. O şiire yatkın ses tınısı ile okumaya başladı: “Monna Rosa, siyah güller, ak güller/Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak”.

Devam ediyordu. “Aman Allah’ım,” dedim; “işte buldum!” Orada elindeydi. Mum ışığında dinliyordum Nurhan’ı ağlatan “kayıp şiiri”. Sessiz, çok sessiz bir şekilde, hani sinek uçsa duyulur kıvamında dinledik. Şiir okuma bittiği zaman Murat, şiirin yazılı olduğu sayfaları özenle katlamış, bir hazineyi saklar gibi titizlikle ortadan kaldırmıştı. Şiirin hikâyesi çarpmıştı birçokları gibi şiirden önce belki de hepimizi. Şiirin deryasına girdiğimizde boğulduğumuzu anladık. Birkaç arkadaş benden önce davrandı ve şiiri kopyalamak istediğini söyledi. Tekrar istemeye açık kapı bırakmayacak kadar kesin bir ifade ile “Hayır!” cevabı aldılar. Bu şiir herkesin eline geçemez, herkese verilmezmiş. Ben bunun üzerine istemeye teşebbüs dahi etmedim. Sonra, çok sonra, arkadaşlığımızın ilerleyen merhalelerinde birkaç yıl sonra şiiri ancak elde ettim. Fotokopiye de izin yoktu. El ile yazılacaktı. Yazdım da. Akrostişteki kodları dünyanın en gizemli sırrını çözme heyecanı ile tekrar tekrar okuyordum.

Şimdi düşünüyorum da Sezai Karakoç denince aşk geliyor aklıma. Bu yere düşüp kirlenmiş anlamından farklı bir aşk. Hikmete, doğuya, tarihe, bilgeliğe, fedakârlığa, yalnızlığa sevk eden, hayatı bir ideal yolu üzre şekillendiren, yön veren bir aşk. Bu ne büyük bir kaynaktan ne büyük bir gönle düşmüştür ki varoluşun hamurunu o yoğurmuştur. O yoğruluş içinde sızan kelimelerin inşa ettiği cümleler, şiirler ve düşünceler bizim düşünce dünyamıza çalınmış aşk mayasıdır.

Kitapların adında saklıdır hikâyemiz

Mevlana’dan Yunus’a, ebedi hikmetin bütün pırıltılarını içinde barındıran, harmanlayan büyük bir aşk mayasıdır. Dünya sürgününü uzatmamayı dileyen bir çağrıyı dillendirir bize bu aşk. Sevgilinin ey ve en sevgilisine seslenir. Salome’nin, Belkıs’ın saraylarında dolaştırır bizi. “Hızırla Kırk Saat” buluşmaya götürür daha sonra. “Balkon”dan uzak durmalıdır, düşebilir birden çocuklar. “Körfez”de boğulmaz isen eğer “Şahdamar”a dokunduğunda, “Sesler”ini duyabilirsin demektir aşkın. Sonra şöyle diyebilirsin mutlaka “Sevgilim hayat bana damarlarımda sen olarak dokunuyor”.

Bu yolculuğun bir aşamasında yoluna mutlaka “Leyla ile Mecnun” çıkacaktır. “Taha’nın Kitabı”nı alırsın sonra. Gül’ü muştularsın. Sözleri zamana adayıp bir masal okursun sonra. Durursun. Aşkını/kendini kaybetmemen için gömeceğin bir çukur kazarsın kendine masalın sonunda. Yedinci oğul olmak isteriz hepimiz. Batı’ya gitmek ama kendi kalmak… Mümkün mü? Bahçe görmüş çocukların şiirini okuduktan sonra “Gök Gürültüsü Anıtı”na doğru yürürsünüz. Kış da bir anıt dikmiştir biraz ilerisinde. “Ova”ya inince “Başkentler Başkenti”ne bir mektup yazarsınız. Akrebin ölümü düşündürür sizi ve denizin kentini yakarsınız. “Alınyazısı Saati”nde ateş dansına bakarsınız sonra. Akrepler ölür. Ağustos böceği bir meşaledir. Kitap biter. “Diriliş” okundukça hiç bitmez. Böyledir Sezai Karakoç.

Bir kitap al bin gemiye

Girişte alıntıladığım Hakan Albayrak’ın şiirine dönecek olur isek şayet, aşka dokunmaktır Sezai Karakoç okumak. Damarlarınızda akan kanın bir başka uğultusudur. Kalp ve düşünce çeperlerinin aşkla sınanmasıdır. İçtikçe taştığınızı hissedecektir çevrenizdekiler. Sizde, hep bir aşka kanmazlık ve susuzluk olurken, çevrenizdekiler sizden taşanlarla boğulmaktadır. Mısra mısra inşa edecektir sizi Sezai Karakoç’un düşüncesi. Haydi, bir okumaya yeltenin yenilgi yenilgi büyüyen zaferin müjdesi olmak için. Gemi demir almak üzere aşka doğru, siz hala sahilde misiniz? Bir kitap alıp binin gemiye. Açılın kendinizden uzağa biraz. Biraz gayret, biraz cesaret. Aşkla yenilen kaybetmez, aşka düşen boğulmaz! Haydi aşk ol, “Diriliş” başlamak üzeredir sevgili…

Ümit Savaş Taşkesen yazdı

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.