Recep Mesut Yazdı: “KÜÇÜK RECEP”

“KÜÇÜK RECEP”

Çok küçük yaşlarımı hatırlamam. Anneme göre bir yaşında henüz yürümüyor, fakat konuşuyor, düzgün cümleler kuruyormuşum. Demek ki, daha o yıllarda konuşma yeteneğim motor becerilerin önünde imiş. Hayatımı konuşarak ve anlatarak geçireceğim, fakat beden derslerinden beceriksiz olacağım belli olmuş. Bir de adımı telaffuz edemiyormuşum, “r” harfini söyleyemeyince “ece” ile yetiniyormuşum. Sebebi dil altındaki “gemcik” kısa olduğundan üst dişleri bastırmaya engel oluşturuyormuş.
Üç yaşına kadar ev içinde ve avluda tek başıma oynamışım. Daima evin içinde bir kedimiz (Tekir) , avlu içinde de köpeğimiz (Bobi) olurdu. Kedi çalışkan fare avcısıydı, fakat köpek haylaz ve gezgindi. Nitekim dışarlarda dolaşırken Belediye itlaf ekiplerinin gazabına uğradı ve striknin ile zehirlendi. Babam yeni bir sokak köpeği buldu ve ona da “Bobi” dedik. Bir keresinde babam bir tavşan ailesi getirdi, tel çit ördü, ben de sevindim. Fakat baş belası çıktılar, toprak altından tünel kazdılar ve korkunç çoğaldılar. Babam komşulara hediye etti. Kurban bayramından bir ay önce bana kuzu hediye ederdi. Bahçede otlatırken çok mutluydum, amma kurban kesme sırası gelince çok ağlar, içeri kaçar ve etinden hiç yemezdim. Ertesi sene oğlak aldı, o da öyle oldu. Hayvanları sever ve bağlanırdım. Şimdiki torunlarım ise bihaber, kediden köpekten korkuyorlar…
Üç yaşımdan sonra annem beni sokak kapısının dışına çıkardı ve bir taşa oturttu. “Pal Sokağı” değildi, ama cıvıl cıvıl çocuk doluydu. Sakin bir yan sokaktı, günde ya bir at arabası, ya da bir eşek kotikası geçer, motor sesi duyulmazdı. Toprak zemin top koşturmaya uygundu, duvar diplerindeki arnavut kaldırımı vardı, düzensiz taşlar yağmurda çamurda yürümek içindi.
Eskiden bizim sokakta sadece Türkler otururmuş, fakat pey der pey Türkiye’ye göç etmişler. Evlerini ve bahçelerini köylerden gelen Bulgarlar almış. Etnik yapı olmuş mozaik gibi – bizim arka tarafta ve karşı tarafta Bulgarlar oturuyordu. Sokakta oynayan çocuklar da karma takım gibi, hem Türk, hem Bulgar. Bal gibi de anlaşıyorlardı, kavga da etmiyorlardı. İşte Bulgarcayı doğal ortamda, İvanço, Vasil ve Stoyanço ile oynarken öğreniverdim. Ve öyle kusursuz aksanla ki, beş yaşında anaokuluna gittim. Yeni iktidar okulöncesi eğitimi teşvik ediyordu, fakat Türkler çocuklarını göndermediler. Kırk kişilik Anaokulunda tek ben Türk idim. Bulgarcayı öyle pişirdim ki, sonradan hiç sıkıntı çekmedim, ikinci dilim oldu. Ailenin Bulgarca tercümanı ben oldum. Kapıya gelen postacıyla ben anlaşıyordum, çünkü gündüzleri babam işte, dayım okuldaydılar. Annem, anneannem ve teyzem Bulgarca bilmiyorlardı.
Savaş bitmişti, fakat kıtlık vardı, ekmek kuponla satılıyordu, un ve şeker keza. Mahalle bakkalına ekmek almaya ben giderdim. Bazen anneannem kümesten iki yumurta alır, “koş bakkaldan gazyağı doldur” derdi (yumurta para yerine geçiyordu). Kıtlık öyle safhada ki, “mokan”lardan (Romenlerden) öğrendiğimiz “mamaliga” (mısır unu kaçamak) ve “malay” (mısır unu kek) yapıyorduk. Et ise kümes hayvanlarından beyaz et ve kurbandan kurbana koyun kesilir, kavrulur ve kavanozlara doldurulurdu. Giyim ve ayakkabı sıkıntısı da had safhada idi. Terziler yama yaparlar, ayakkabıcılar ökçe ve pençe onarırlardı. Bereket anneannem terzi, babam ve dedem de kunduracı idiler ve benim için bulup buluşturuyorlardı.
Anaokulundan sonra sokaktaki arkadaşlarım ilkokula başladılar – Bulgarlar Bulgar okuluna, Türkler Türk mektebine. Fakat benim yaşım tutmadı (altı yaşını yeni doldurmuştum, mevcut kanun 7 yaşını şart koşmuştu). Ben ağlamaya başladım. Annem Eski Cami karşısındaki Türk mahalle mektebine gitti, yalvardı, gelsin gitsin, kaydı olamayacak dediler. Müfettiş gelince beni en arkadaki sıranın altına gizliyorlardı. Sınıflar da kalabalıktı. Fakat yıl sonunda acıdılar, ikinci sınıfa geçirdiler. Hem yaşça, hem de boy olarak herkesten küçüktüm ve bunu sonraki sınıflarda da çektim. Bu nedenle “Küçük Recep” diye anıldım. Fakat buna rağmen daima sınıf birincisi ve okul birincisi oldum.
Boyumdan büyük işler üstlendim. Babam işten çıkar, fakat doğrudan eve gelmezdi. 100 metre ötede, köşe başında bir “krıçma” (meyhane) vardı, oraya takılırdı. Hem sigara tüttürür, hem de rakı içerdi. Şarap pek sevmezdi, biraya ise “at sidiği” derdi. Annem yer sofrasını hazırlar, “git babanı getir” derdi. Altı-yedi yaşlarında idim. Cesaretimi toplar meyhaneye girerdim. İçerisi sadece erkekler dolu, radyodan haberler veriliyor (Nürnberg duruşmaları filan). Babam sen git, ben de geleceğim dese de inatla onun yanında beklerdim. Bana limonata ısmarlardı, sarı veya pembe renkli, porselen kapaklı. Sonunda bütün içki arkadaşları bana acırlar, “çocuğu bekletme git” derlerdi. Kolundan tutar sallana sallana eve götürürdüm. fakat yemek de yemezdi. Hem tütün, hem de rakı onu mahvetti ve genç yaşta, 46 yaşında, bizi terk etti. Sigaraya karşı öyle bir nefretim oldu ki, hayatım boyunca hiç yakmadım. Sözde iyi niyetli arkadaşlarımı da kesin dille reddettim. Sigara içen yakınlarımı da vazgeçirdim. Fakat hiç bağırmadan, çağırmadan. Küfür etmeyi de bilmem askerlikte bile küfürlü konuşmadım. Lise sonrası az miktarda alkol aldığım oldu, herhangi bir kutlama (yeni yıl, doğum günleri) münasebetiyle. Mutlak yeşilaycı olmasam da hiç tasvip etmedim. Sigara içenlerin 70 yaşını geçemediklerini, yanında alkol alanların ise 60-ı bile aşamadıklarını hep gördüm. Bu kötü alışkanlıkları nedeniyle birçok arkadaşımı erken yaşta kaybettim.
Kaynak: Recep Mesut

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.