Muhammet ALTAYTAŞ Yazdı: Vatansız İmanın Şahidi Şuursuz Tarih

Çocuklara İslâm akaidine dair temel bilgiler öğretilirken evvelâ sorucevap şeklinde, “hangi dinden, hangi milletten ve hangi ümmetten olduğu” bilgisi verilirdi. Bu sorular sırasıyla; “İslâm dininden, İbrâhim milletinden ve Muhammed ümmetinden” diye cevaplandırılırdı. “Vatan sevgisi imandandır”, hadisi şerifi de aynı bağlamda mütalaa edilebilir.

Modern dönemde Müslümanların, İslâm düşüncesinin en büyük meselesinin, hatta Türkiye ve Türk milletinin bekasını tehdit eden en mühim tehlikenin ne olduğu sorulsa kanaatimce “tarih şuuru konusundaki buhranımız” diye cevap vermek yanlış olmayacaktır. Tarih şuurundan kasıt iman ile vatan, din ile millet arasında kurulacak sıhhatli bağdır. Bin yıldır İslâm milletinin mümessili olarak tarihin mihverine oturan Selçuklu-Osmanlı çizgisinin son iki yüzyılda etkinliğini yitirip, dağılması ve Batı medeniyetinin etkin bir güç olarak tarihin merkezine yerleşmesi sürecinde sadece vatan toprakları parçalanmamış, milletimizin yüzyıllardır biriktirdiği tarihî hafızası ve şuuru da altüst olmuştur. Türkiye’de yaşayan bizlerin bu şuur kaybı sadece kendimizin değil, bütün Müslümanların, hatta insanlığın tarihsizliğine ve talihsizliğine vesile olma istidadı taşıyor.

İnsanın nereden gelip nereye gitmekte olduğu, hâlihazırdaki yeri, diğer bir ifadeyle hayatının manasına dair kanaati onun dinini ve inancını ifade eder. Öte yandan onun benimsediği inancın bizzat yaşadığı, varoluşunu kazandığı tarihî vasatta da karşılık geldiği ve onun durması gerektiği yere düşen bir gölgesi vardır. İşte bu yer Müslümanın vatanını, bu vatan üzerinde hâkim olan, kader ortaklığı yapan ve aynı istikamet üzere bir cemiyet teşkil eden topluluk ise milletini temsil eder. Kur’an-ı Kerim’de din Allah’a, millet ise peygambere ve ümmetlere izafe edilir. Bu sebeple İslâm ve imanın dinin hakikî, vatan ve milletin ise tarihî tarafına müteveccih olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre hakikat üzere olmak, insanın aşkın varoluşu/imanı ile yaşadığı asırda ve coğrafyada kendini konumlandırdığı tarihî yeri, başka bir ifadeyle iman ile vatan, din ile millet arasında “hikmet ve basiretle” kurulacak “tarih şuuru” dediğimiz sıhhatli irtibatla kaimdir. Bu şuurdan bağımsız bir Müslümanlık tasavvuru, meselâ Resûlullah döneminde yaşayan, hicrete gerek duymayan Bedir, Uhud ve Hendek’te Müslümanların safında bulunmayı zorunluluk addetmeyen, hatta dönemin müşrik ve diğer gayrimüslimleriyle hareket etmekte sakınca görmeyen birinin Müslümanlık iddiasına benzer. Bu mânada “Vatan, millet ve tarih şuuru, imanımızın gereğidir” denilebilir. Orta yaşlarda olanlar hatırlayacaktır; geleneğimizde çocuklara İslâm akaidine dair temel bilgiler öğretilirken evvelâ soru-cevap şeklinde, “hangi dinden, hangi milletten ve hangi ümmetten olduğu” bilgisi verilirdi. Bu sorular sırasıyla; “İslâm dininden, İbrâhim milletinden ve Muhammed ümmetinden” diye cevaplandırılırdı. “Vatan sevgisi imandandır”, hadisi şerifi de aynı bağlamda mütalaa edilebilir.

İslam’dan Bağımsız Vatan Anlayışı

Günümüzde birçok dindar insanın bile sahiplenmekte beis görmediği Tevfik Fikret’te ifadesini bulduğu şekilde, “Vatanım bütün yeryüzü, milletim insanlıktır” noktasına kadar varan İslâm’dan bağımsız, vatan ve millet mensubiyetinden mahrum evrensel bir “insanlık, ortak değerler ve medeniyet” söylemi kanaatimce hakikatte bir gerçekliği olmaması bakımından bir vehim, İslâm’ın klasik tarih görüşü ve Müslümanın iman şuuru açısından ise bir gaflet ve dalalet halidir. İtikadî açıdan meseleye bakıldığında, Müslümanın varolduğu tarihî vasatta, İbrâhim milletinin izini takip etme ve bu millete mensup olanların sözünün, hükmünün geçtiği “yer” mânasında bir vatan davasına sahip olmadan da iman sahibi olabileceği fikri, tarihsizleşmiş modern bireye özgü bir bid’at olarak değerlendirilebilir. Buna göre insan vatanını, milletini kaybedebilir, fakat vatan ve millet şuurunu, mensubiyetini, idealini ve davasını yitirdiği vakit aslında imanını da zaafa uğratmış olur. Bunun için milli şairimiz: “Cânı, canânı, bütün varımı alsın da Hüdâ/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” diye seslenmiştir.

Eğer bu manada canlı bir tarih şuuruna sahip olsaydık, önceleri “cemaat” olarak isimlendirilen “vatan ve millet davasını ve mensubiyetini” yitirmiş bir organizasyonun “iman davası”na aldanmaz, onu teşhis etmekte zorlanmazdık. Fakat bu şuuru edinmedikçe her daim farklı kılıklarla karşımıza çıkmakta/çıkacak olan organizasyonları teşhis etmekte de başarılı olmamız imkânsız görünüyor.

Bahsi geçtiği manasıyla tarih şuurunu yitirmiş bir milleti teknolojik olarak en ileri ve en güçlü silahlar dahi ayakta tutamaz. Bunun en yakın misali 15 Temmuz vakasıdır. Zira sahip olduğumuz silahların bizzat milletimize çevrilmesini tecrübe ettik. 15 Temmuz’u silah gücümüzle değil, insiyaki olarak dahi olsa milletimizin tarihi genlerinde saklı olan tarih ve iman şuurunun şaha kalkmasıyla savabildik.

“Türk Milleti” Kimdir?

Bugün milletçe ele aldığımız meseleleri çoğu zaman kördüğüme dönüştürüyor, konuşabileceğimiz mutabakat zemininin her geçen gün biraz daha erozyona uğradığından şikâyet ediyorsak bunun bir sebebi de lisanımız, kavramlarımız, tarih şuurumuz hususunda yaşadığımız bunalım ve kargaşa olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Meselâ Bugün hâlâ cins/ırk, kavim, millet, ümmet gibi kavramlar ve bunların yaşadığımız tarihi vasatta bizde karşılık geldiği gerçeklik hususunda milletçe anlaşıp uzlaşabildiğimiz bir mefhum berraklığına sahip değiliz. Söylemlerimizde milletimizin ismi olan “Türk”ü bazen Kürt, Laz, Çerkez gibi diğer etnik unsurlarla aynı hizada bir etnik unsur, bazen de bütün bunların üzerinde bir üst milli kimlik olarak kullanıyoruz. Bu kavram kargaşası o dereceye varmıştır ki milletimizin adı olan, vatanımız ve dilimimizin isminde geçen “Türk” mefhumunun millete mi, kavime mi yoksa ırka mı tekabül ettiği hususunda dahi açık bir anlayışa sahip olmadığımızdan, milletimizin adını telaffuz etmekte bile tereddütler yaşıyoruz. Bilhassa dini, siyasi söylemlerde ziyadesiyle bunun misallerine tesadüf etmek mümkündür. Meselâ Diyanet teşkilatımızın son yıllardaki hutbelerine göz atıldığında, benzer sebep ve kaygılarla olsa gerek, milletimizin adının zikredilmediği, kendisine yalnız vasfıyla işaret edildiği görülecektir. Bu bağlamda yine anayasa meselelerinde “Türk milleti” mefhumuyla ilgili tartışmalar hatırlanabilir.

Bu hususta yapılması gereken öncelikle “Türk milleti” mefhumunun, Türkiye ve Türk milletinin en az bin yıllık yakın tarihiyle mutabık, sağlam, sahih ve herkesin anlayabileceği, tutarlı ve açık bir tanımının yapılmasıdır. Başta eğitim olmak üzere, akademi, siyaset ve ekonomi gibi hemen bütün alanların zeminine bu millet anlayışı ve şuurunun yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması hayati bir meseledir. Hali hazırda okullarımızdaki başta din ve tarih olmak üzere eğitimin temelindeki zihniyetin sıhhati ve yerliliği tartışmalıdır. Öyle ki kanaatimce bu husus aynı zamanda bir “milli güvenlik” meselesidir.

Kanaatimize göre “Türk milleti” ifadesi vatan topraklarımızdaki Müslümanlara karşılık gelir. Her ne kadar tarihimizde “Osmanlı’nın Müslüman tebaası”, yani “millet-i hâkime”, “Müslüman” ve “Türk” tanımları çoğu zaman birbiriyle aynı anlama gelse de, tarihi vakaya bakıldığı takdirde bahsi geçen Müslüman milletin kendine mahsus tavır ve tarzını ne “Osmanlı” ne “Müslüman” terimi tam manasıyla tarif eder. Bu vaka bütün bir Batı tarihinde de tespit ve tesmiye edildiği üzere “Türklük”tür. Niyazi Berkes’in de işaret ettiği üzere bizim Osmanlı dediğimiz mefhuma hem Araplar hem Avrupalılar “Türk” demişlerdir. Türkiye’de her kim ki Müslümandır onun rengine, mezhebine, ırkına, kavmine, ideolojisine bakılmadan o milletin aslî unsuru olarak görülmüştür. Yalnızca gayrimüslimler azınlık olarak kabul edilmiş ve onların Türkiye’ye mensubiyeti “vatandaşlık” düzeyinde olmuştur. Bu sebeple Türk milletini bir kavimler, dinler, inançlar, mezhepler mozaiği olarak tanımlamak, bütün bu unsurların birliği için “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” veya “Türkiyelilik” gibi kavramlar önermek, zannedildiğinin aksine milletimizin vatanıyla irtibatını, bu topraklardaki konumunu azınlıklar seviyesine indirgemek, milli birliğin ve vatanın parçalanmasına giden yolu kolaylaştırmak manasına gelecektir. Tanzimat sonrasında ortaya çıkan “Osmanlıcılık” söylemi de bu hususta ibretlik bir tecrübedir.

Günümüzde Türk milletinin bahsi geçen tarihi ve merkezi rolünü perdelemek üzere işlev gören, ülkemizde dahi dindar camianın sahiplendiği tarihi vakadan soyutlanmış, milletin önüne geçirilmiş mevhum bir “ümmetçilik” anlayışı ile vatanın önüne geçirilmiş “İslam ülkelerinin birliği” gibi söylemler, çoğu zaman tarih şuurunu ıskalamaya sebep olmaktadır. Millî şairimizin de ifade ettiği üzere Türk milleti ve Türkiye dünyadaki sayısız kavimlerden, milletlerden ve ülkelerden biri değil, yeryüzünde İslâm’ın son milleti, son yurdu ve dolayısıyla son umududur.

Bu milletin zevali halinde, 350 milyonluk (bugün 1,5 milyarlık) İslâm âlemi elemlere gark olacak, Tunus, Fas, Cezayir, Hindistan, Afganistan, Sibirya, Buhara, Çin, İran, Hindistan dünyanın bütün köşelerindeki, Müslüman evlâdı yetim kalacak, hıristiyanlaşacaktır. Bunun için ölmek dahi bizim için kurtuluş değildir. Şairin diliyle:

“Ölüm kolay… Diyebilsek sonunda: “Kurtulduk!”/Bu intihar öteden, üç yüz elli milyonluk,/Zavallı âlem-i İslâm için elîm olacak!/Biz olmasak bu kadar hânümân yetim olacak!”

Öyle ki millî şairimize göre, “Şer‘-i ma‘sûmun son yurdu” olan şu vatan topraklarının işgali ve çiğnenmesi İslâm’ın çiğnenmesi mânasına gelir:

“Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!/Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer‘-i mübîn.”

Bundan dolayı Çanakkale şairi: “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…/Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” diye haykırırken, Çanakkale şehit ve gazilerini Bedir Gazâsındaki sahâbeye benzetmesi, sadece edebî sanat değil, onun samimi kanaati ve tarihi bir hakikat idi. Zira Allah resulü Bedir öncesi duasında, “müslümanlardan olan bir avuç Bedir ehlinin helâki durumunda yeryüzünde artık Allah’a ibadet edecek bir topluluk kalmayacağından” bahsediyordu. Mehmet Akif aynı şeyi milletimiz için düşünür. Zira ona göre, Çanakkale ve millî mücâdelede bu milletin mağlûbiyeti de İslâm milletinin izmihlâli mânasına gelecektir. Bu değerlendirmeler bugün dahi aynıyla geçerlidir. Benzer bir vurguyu Yahya Kemal’de de görüyoruz. Bugün yeni söyleniyormuş gibi bütün canlılığını koruyan mısralarında şair şöyle seslenir:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Galib et; çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Sonuç Yerine

En az bin yıldır tarihin mihverini teşkil eden Selçuklu, Osmanlı ve dahi Türkiye Cumhuriyeti’nde bir şekle bürünmüş olan Türk milleti, bir kavmiyete değil İbrahim milletine yani Müslüman millete işaret eder. Gerek Osmanlı’da gerek Cumhuriyet’te Müslüman milletin tamamı eşit seviyede Türk milletinin asli unsuru olarak kabul edilmiştir. İstiklâl harbinin ve Cumhuriyetin kuruluşunun temelindeki millet tasavvurunun gereği olarak Lozan’da da, mübadele siyasetinde de aynı esası görmek mümkündür. Türklüğün İslâm’dan ayrılarak sıradan bir kavmiyete indirgenmesi modern dönemde Türklüğe ve İslâm’a karşı, muhalifleri tarafından öne sürülmüş ve maalesef bugün bizlerin dahi kafasını karıştırmış kasıtlı bir tezdir.

Sonuç itibariyle tarihte olduğu gibi aslında günümüzde de Türk milleti Müslümanın itikadının gerektirdiği tarihî ve siyasî duruşunun, İslâm davasının, hak ile batıl arasındaki mücâhedenin mihveri ve miyarı olmuştur. İmanı ile vatanı, dini ile milleti arasında böyle hakiki bir münasebet, ancak vatan ve istiklâlinin mesnedi “Hakk’a tapmak” olan bir millete nasip olur. Öyle ki, millî mensubiyetini yitiren, Türk milletinin ve Türkiye’nin karşısında yer alan, onun kötülüğünü isteyen bir topluluk, cemaat, kavim her kimse, kendisini Müslüman olarak isimlendirse dahi, onun İslâm düşmanlarının safında yer aldığından, değirmenine su taşıdığından gafil olduğu söylenebilir. Gaflet Müslümana yakışmayan vasıfların başında gelmektedir. Zira Efendimiz (as.): “Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16) buyurmuştur. Doğrusu bugün tek umudumuz Allah’ın mümine has kıldığı bu ferasettir. Günümüzde bu ferasetin işaretlerinin, umum Müslümanların ve milletimizin tarihi hafızasında ve şuurunda aydınların fikirlerinden daha ziyade görüldüğü söylenebilir. Hâsılı kelam günümüzde dünyanın merkezi sisteminin asıl muarızı İslâm değil, İslâm milletinin bin yıldır mihveri olmuş has tavrı olan hakikî manasıyla Türklük, Türkiye ve Türk milletidir. Bundan dolayı bir takım Şiî, Vehhabî, selefî, ılımlı, radikal İslâmî anlayışlar, kimi kavmî, mezhebî unsurlar İslâm’a ve Türk milletine karşı alabildiğine kullanılmakta ve desteklenmekte ve öyle görünüyor ki ziyadesiyle desteklenmeye devam edecektir.

Editörün Notu: TÜ İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi Doç. Dr. Muhammet Altaytaş’ın 01 Nisan 2018 Tarihli bu önemli yazısını 15 Temmuz sene-i devriyesi dolayısıyla neşrettik. Müstefid oluna..!

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.