Fatih ALTUN YAZDI: “DRİNA KÖPRÜSÜ” ÜZERİNE BİR DENEME
Bir seçimi daha geride bıraktık. Ülkemize, milletimize ve bütün insanlığa hayırlı olsun. “Seçim Analizi” yazım kafamda şekillenirken bu arada Sevgili Fatih ALTUN’un sosyal medya hesabından güzel Edirne’miz bir etkinliği duyurusu ve altında buraya paylaştığım yazısı çok ilgimi çekti. Umarım sizler de beğenirsiniz ve etkinliğe de katılım için katkım olur.
İyi okumalar.
02 Nisan Salı, 17:00’de Edirne Barosu Konferans Salonunda vereceğim, “BALKAN SAVAŞI ve EDİRNE TABYALARI” konulu konferansa hazırlanırken, Mart 2016’da okuduğum DRİNA KÖPRÜSÜ adlı kitap ile ilgli yadığım yazıyı hatırladım. İlgilenenler için paylaşıyorum.
“DRİNA KÖPRÜSÜ” ÜZERİNE BİR DENEME
Drina köprüsü, çok iyi bir kurguya sahip, kolay anlaşılır bir dil ile yazılmış, içerisinde edebî zenginlik bulunan, güncel olayların yanında tarihi ve dönemin siyasi olaylarını da harmanlamış, değişik insan tiplemeleri ile zenginleştirilmiş ve de her bölümünde çeşitli mesajlar içeren güzel bir kitap.
Bir felsefi ifade olan, Heraklitos’un “AYNI IRMAKTA İKİ KEZ YIKANILMAZ” sözünün doğruluğunu bu kitapta bir kere daha görüyoruz. Drina Nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan KÖPRÜNÜN ALTINDAN SADECE SULAR AKARKEN, ÜSTÜNDEN ÇOK ŞEY AKMAKTADIR. Her şeyden önemlisi, zaman akıyor ve elbette ki zamanla birlikte kişiler, olaylar yani bir tarih akıp gidiyor o köprüden. Hiçbir şey aynı kalmıyor, her şey değişiyor ve yazar bize bu olayları ve değişimleri anlatırken, pek çok bilginin yanında, doğrudan ya da dolaylı pek çok da mesaj veriyor. Elbette ki kitabı okuyanlar arasında farklı hatta belki de yanlış mesajlar alanlar da olacaktır.
İşte ben de bu yazıda, kitabı farklı bir açıdan değerlendirmeyi deneyeceğim.
Öncelikle belirtmeliyim ki, kitap oldukça tarafsız ve hatta hümanist bir gözle yazılmış. Zaten kitabın yazarı ile ilgili olarak yapacağınız bir araştırmada dikkat çeken ilk şey “olayları anlatmasındaki tarafsızlığına yapılan vurgu” olacaktır. Kuşkusuz ki, kitabı en iyi özümsemiş olduğu muhakkak olan, çevirmenlerden birisinin kitap üzerine yazdığı ve kitabın başına konan yazıda da yazarın tarafsızlığı örneklerle anlatılmış. Ama aşağıda örneklerini sunacağım bazı anlatımlar beni biraz düşündürdü ve bu yazıyı yazmama sebep oldu.
Köprünün yapılmasını istemediği için, gündüz yapılan işleri geceleri gizlice bozan bir Sırp’ın, Osmanlı memuru Abdi Ağa’nın emri ile canlı canlı kazığa geçirilmesi kitapta o kadar ayrıntılı anlatılıyor ki, okuyanı dehşete düşürüyor. Her ne kadar Abdi Ağa ertesi sene görevden alınıyorsa da bu görevden alınmanın, rüşvet ve yolsuzluklar sebebi ile olduğu belirtiliyor ve onun yerine gelen Arif Bey için de “suçlar aynı şiddette cezalandırılıyordu” ifadesine yer veriliyor. Köprünün yapımı ile ilgili olarak bir papazın incilin son sayfasına düştüğü notta ise, “Hıristiyan halk büyük korku içindeydi” cümlesi de yer almakta.
Öte yandan Avusturya Ordusu’na karşı direnişe yanaşmayan, Ali Hoca’nın, Müftü yardımcısının emri ile kulağından Köprüye çivilenmesi ise bir diğer dehşet sahnesidir. Ama buradaki anlatımda dikkat çeken başka bir ayrıntı vardır. Bu olayda yerel halk suskunluğu sebebi ile suç ortağı ilan edilirken, Ali Hoca’nın kulağındaki çivi Avusturya Ordusuna ait bir hasta bakıcı tarafından çıkartılıyor. O anlar ile ilgili ayrıntılarda “Hastabakıcı yaralı kulağına, ateş gibi yakan bir şey sürdü. Hoca, acayip bir rüya görüyormuş gibi adeta kolundaki beyaz banda bakıyordu. Üstünde kocaman bir kırmızı haç vardı. … Bu haç yaşlı gözleri önünde bir ayna gibi parlıyordu” cümlelerine yer veriliyor.
Bu arada Köprüyü yaptıran ve 11 yaşına kadar o bölgede yaşayıp ailesinden zorla alınan Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın bıçaklanarak öldürülüşünü anlatırken kullanılan şu cümleler “Çocukluğunda başka Sırp çocuklarıyla birlikte ‘kan bedeli’ olmak üzere İstanbul’a götürülmüştü. … Sadrazamın, çocukluğunda, Vişegrad’ın salından hatıra kalan o acının da artık dinmesi gerekti. … Kervansaray yeni yeni işlemeye başlamıştı ki, Mehmet Paşa, göğsünü ikiye bölen sancıyı (bıçak yarası), ama son olarak tekrar duydu.” Burada öncelikle yazarın anlatımındaki edebi kalitenin hakkını teslim etmek gerekiyor. Bir kişinin çocuk yaşta; ailesi, dili, dini ve yaşadığı coğrafya dâhil her şeyinden koparılmasının, o kişide yaratacağı travmanın bir ölüm acısı gibi, ömür boyu taşınacağını çok güzel ifade etmiş. Ölümüne sebep olan o bıçak darbesinin adeta, bir ömür süren aynı şiddetteki başka bir acıyı sonlandırdığı başarılı bir şekilde anlatılmış.
Kitapta iki din adamının dünya görüşü ile ilgili verilen mesajları da incelemek gerekir. İntihar eden bir Hıristiyanın, dini törenle gömülüp gömülmeyeceği tartışmasında, Rahip Nikola oldukça hümanist ve çağdaş bir yorumla şöyle diyor. “Bir felaket oldu mu, ortada kanıtlanacak bir şey kalmaz. Kim aklı başındayken canına kıyabilir? Kim onun bir dinsiz gibi, bir rahibin yardımı olmadan bir duvarın dibine gömme sorumluluğunu üstüne alabilir?”
Diğer taraftan Ali Hoca ise, bölgeye gelen trenin hayata yaptığı katkıya bile, “Önemli olan bir insanın çabuk gitmesi değil, nereye gittiğini ve ne yapmaya gittiğini bilmesidir. Eğer gittiğin bir cehennemse daha ağır gitmek daha hayırlı olur” şeklinde yorum yapan, çağa ayak uyduramamış bir din adamı profili çiziyor.
Niyetim, oldukça beğenerek okuduğum bu kitabı karalamak değil. Başta belirttiğim gibi kitap oldukça tarafsız bir gözle yazılmış. Dolaysıyla kitaba ve yazarına haksızlık yapmamak gerekir. Sadece birkaç örnek vererek anlattıklarımla, tarafsızlıkla yazılan bu kitabın aslında, gizli ve kasıtlı mesajlarla medeniyetler arsında düşmanlık tohumları atıldığı iddiasında da değilim. Ama bir şeye dikkat çekmek istiyorum. TOPLUMLARA VERİLEN MESAJLARDA BELKİ ÇOK DAHA DİKKATLİ OLMAK GEREKİYOR. AKSİ HALDE ASIRLAR BOYUNCA OLUŞAN TOPLUMSAL BELLEK VE TOPLUMSAL BİLİNÇALTI, KRİZ YA DA SAVAŞ ZAMANLARINDA İNSANLIK DIŞI OLAYLARIN YAŞANMASINA SEBEP OLABİLİYOR.
Nitekim kitapta da anlatıldığı gibi Müslüman Boşnaklar ile Hıristiyan Sırplar, bazı zamanlarda yaşanan küçük tatsızlıklar dışında asırlarca barış içinde yaşamayı başarmışlar. Yazar da bunu oldukça güzel bir dille okuyucuya aktarıyor. Oysa kitabın ilk basıldığı dönemden 50 yıl sonra ise, aynı coğrafyada aynı dini gruplar arasında yaşanan savaşta, 20. Yüzyılın son soykırımı yaşandı. Kitabı bitirdiğimin ertesi gün bu yazıya başladım ve garip bir tesadüftür ki, aynı gün Uluslararası Ceza Mahkemesi, “Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karadzic’in Srebrenica’da soykırım suçu işlediği” yönünde karar verdi. Soykırımın yaşandığı Srebrenica, kitaptaki olayların geçtiği Višegrad’a kuş uçuşu sadece 50 km. uzaklıktadır. Bu durumda “50 yıl içerisinde ne değişti ki, kuşaklar boyu barış içinde yaşayan gruplar birden bire bu kadar acımasız oldu” sorusu akla geliyor. Acaba bu soruya verilecek cevaplardan birisi de, “ASIRLAR BOYU TOPLUMLARA VERİLEN OLUMSUZ MESAJLARIN, BİLİNÇALTINDA YARATTIĞI HEZEYANLARIN KRİZ/SAVAŞ ORTAMINDA PATLAMASI” olabilir mi?
NOT: Kitapta bir başka olumsuz mesaj da Çingeneler ile ilgilidir.
Kitapta Sırp’ı kazığa geçiren kişinin (açgözlü) bir çingene olduğu da kuvvetli bir şekilde vurgulanmakta. Yine köprünün bitmesi ile başlayan kutlamalar anlatılırken “Bir çingene çocuğu, helvayı fazla kaçırdığından o gece öldü” cümlesine yer verilmekte.
Bu arada çok büyük saygı duyduğum büyük şair Nazım Hikmet’in bir şiirinde de şu dizeler yer alır.
…
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma
…
Hal böyle olunca şöyle bir küçük araştırma yaptım ve gördüm ki, Osmanlı’da cellatlar çingenelerden seçilirmiş ve toplum can alan kişiler olarak gördüğü cellatları normal mezarlıklara kabul etmezmiş. Cellatlar ölünce ayrı bir mezarlığa gömülürlermiş. Bu da toplumun vicdanını rahatlatırmış!
- Mehmet Ali Abakay Yazdı: Kitap Fuarı mı Çocuk Kitap Panayırı mı? - Kasım 25, 2024
- İstasyon Mahallesi’ne Ulaşım Artık Üst Geçitten - Kasım 21, 2024
- Mehmet Akkaşoğlu Yazdı: Allah’ın Güzel İsimlerinden El_Mütekebbir - Kasım 21, 2024