Ahmet Kemal Öncü Yazdı: Şu Tarikatlar Meselemiz

ŞU TARİKATLAR MESELEMİZ

“İmam Ebu Hanife:

“Vahiy olmadan kalplerin içindekilerini bildiğini iddia eden Allah’ın ilmine sahip olduğunu iddia etmiş olur […] ve küfrü hak eder.”
El-Âlim ve’l-Muteallim”

Anlatılır:

Ebussuud Efendi merhumu bilenleriniz vardır.

Osmanlı’nın en büyük şeyhülislamlarından. Fetvalarıyla meşhur.

Zamanın ilim ehli arasındaki namı “müfti-i sekaleyn”.

Yani iki cenahın, “cinlerin ve insanların” müftüsü.

Gerçekten alim bir zat demek.

Devir Kanuni devridir.

Seferler, zaferler peşpeşe.

Kanuni’nin İstanbul’da bulunduğu bir gün Ebussuud Efendi divanda hazır bulunur.

Düşüncelidir.

Koltuğunun altında kocaman bir dosya.

Divanda o günün meseleleri konuşulduktan sonra Ebussuud Efendi söz alır.

“Efendim çok mühim bir meselemiz var; eğer bu minval üzere gidersek affedilmez bir arızamız sebebiyle Devleti Ali Osman 30 seneye varmaz, yıkılabilir!”

Serhattan serhata koşan, ömrü fetihlerle geçen Kanuni bu sözler üzerine şaşırır ve hiddetlenir.

“Bre siz ne dersiniz! Biz Mohaçta, biz Viyana önlerinde, biz Budin’de, Estergon’da boşuna mı at koştururuz! Böyle giderse 30 seneye kalmaz yıkılırız da ne demek!”

Ebussuud Efendi hiç telaşa kapılmaz cihan padişahının bu gür sesinden.

Sesi bile titremez.

Alttan almaz.

Kendinden emin bir şekilde “evet hünkarım” der, hiç şüpheniz olmasın. O seferlerinizin hepsi bir lahzada yerle yeksan olabilir. O “muhteşem” ünvanınız bir hamlede tarihin mezarlıklarında kaybolabilir.

Ve Cihan’a adalet ve huzur dağıtan Büyük Osmanlı çökebilir, dağılabilir.

“Hele söyle nedir mesele?” Diye kükrer Muhteşem Süleyman.

“Sultanım”, der ve elindeki dosyayı uzatır sultanın önüne.

Dosya “Osmanlı topraklarındaki dervişler ve Tarikatlar” dosyası.

O gün ana gündem bu dosya üzerine geçer. Hararetli tartışmalar olur.

Divandaki vezirler sakallarını ovuştururlar.

Düşünürler. Konuşurlar.

Cihan Padişahı konuşulanları dinler.

Bu can alıcı mesele bir kaç yıl tetkik ve tesbite havale edilir.

Ve sonunda yaşlı şeyhülislam Ebussud Efendi’nin haklı olduğuna karar verilir.

Mesele tüm yönleriyle uygulanmak üzere karara bağlanır ve gerekli birimlere sevk edilir.

Peki karar nedir?

“Karar, Osmanlı Toprakları’ndaki tüm tarikatlar denetim altına alınacaktır.”

Ve uygulama şöyle gerçekleşecektir.

Tarikatların liderleri istisnasız olarak toplatılacak.

Herbiri bir ilim heyeti önünde imtihan edilecek.

İmtihanı geçenler sert denetim tedbirleri altında yerlerine dönecekler ve imtihanı geçemeyenler cezalandırılacak hatta idam edilecek!”

İşte tartışmanın bu kadar uzamasının sebebi bu “idam” kısmıdır.

Denetime eyvallah, imtihana eyvallah ama idam da neyin nesi?

İmtihanı geçemeyenler neden idam edileceklerdir…

Padişah da dahil divanın diğer mensupları buna itiraz etmektedirler.

Ebussuud onlara şu manidar suallerle karşılık verir ve ikna eder.

-Sultanım ve efendiler!

Dinimiz İslam’ın şeriatında “bir eşkiyanın, bir yol kesenin” hükmü nedir?

-Tabi ki katli vaciptir. İdam edilir.

-Öyleyse sorarım size, şu dünyada insanların menziline, yuvasına, işine giderken yolunu kesip sevdiklerine ulaşmasını engelleyenlerin katledilmesi vacip oluyor da “Rabbine gidenlerin” yollarını kesenlerin neden katli vacip olmasın!?

O tarikatların bir çoğu kontrolden çıktı. Hak yol İslam üzere Allah’a kul olmaya çalışanların yollarına çıkıp yollarını kesmekteler.

O yolcuları bidatlarla, İslam’da olmayan âdetler ve alışkanlıklarla hem dinimiz İslam’ın özünden uzaklaştırmaktalar, hem de dinimiz İslam’ın ahkamını yavaş yavaş tahrip etmekteler.

Yani dinde “eşkiyalık” yapmaktalar.

Ve bu eşkiyalar cemiyete faydalı değil, zararlı nesiller yetiştirmekteler.

Vergi vermiyorlar.

Askere adam göndermiyorlar.

Dileniyorlar.

Tembel insanlar, tembel gençler üretiyorlar.

Düşünmeyen, sorgulamayan, yargılamayan, uyuşmuş, koyun tabiatlı, neme lazımcı beyinler meydana getiriyorlar.

Şeyhler bu beyinleri Allah’a değil kendilerine bağlıyor. Kur’an ve Sünnet sevgisinden daha çok kendi sevgilerini aşılıyorlar.

Vatana, millete ve ümmete değil kendi güç ve iktidarlarına nefer yetiştiriyorlar.

Hünkarım, eğer bu kabil tarikatlar cemiyet içinde çoğalır ve yayılırsa ilerde bu işin önü alınamaz bir hale gelir ve Devleti Âli Osman’ın çöküşü mukadder olur.

İzin verin bu işi kökten halledelim!

Yoksa felaket kapımızda…

**********

Evet arkadaşlar, hikayem bu kadar.

Anlatmak bana, kıssadan hisse çıkarmak hepimize.

Peki Ebussuud Efendi sizce maksadına ulaşabildi mi?

Evet.

Hem de harika bir şekilde.

Onun döneminde tarikatlar sert tedbirlerle kontrol altına alındı.

Medreselere sızmış olan “sahte yolların yoldan çıkmış müridleri” temizlendi.

Devlete sızmış virüslü akımlar yeni baştan ele alındı, yok edildi.

Ve üç kıtada ne kadar tarikat varsa denetlendi.

İlim ve irfan yuvası olmayan dergahlar kapatıldı. Bir kısım şeyhler, dervişler gözünün yaşına bakılmaksızın idam edildi.

Düşünün İstanbul’u fetheden o övülmüş nesilden sadece 50-60 sene sonra.

Hâlâ Hacı Bayram Veliler’in, Akşemseddinler’in manevi kokusu memleketin üstünde buram buram tüterken.

Sümbül Sinanlar’ın, Zembilliler’in dergahları harıl harıl ilim ve irfan inşa ederken “devlet aklı” geleceği gördü ve hayati önlemler aldı.

Denilir ki; o gün Ebussud Efendi merhumun bu hayatî ve yerinde müdahalesi sayesinde Osmanlı’nın ömrü 200-300 sene daha uzadı.

Çünkü kapatılan dergahlar değil “İslam inancının sulandırıldığı bidat yuvalarıydı.”

Kesilen başlar değil; yol kesenlerin yoluydu.

Değişen devlet değil, devletin tavrı, tutumu, mantalitesiydi.

O gün cihan padişahının hükümran olduğu, padişahların dahi sûfî olduğu bir devirde bile bu işin üstesinden gelmek hiçte kolay olmadı.

Başta “seçimle gelen, insanların oylarına muhtaç partilerin” iktidar olabilmek için doğruluktan, adaletten şaştığı bir ortam olmamasına rağmen kolay olmadı.

“Bize dokunursanız size oy vermeyiz ha!” diyebilecek üç kağıtçı şeyhlerin siyasi partileri maskaraya çevirdiği bir Türkiye yoktu ama yine de kolay olmadı.

Fakat başarıldı.

Tam burada akıllara şu sual gelebilir;

30 Kasım 1925’te devrin müstebit hükümetinin aldığı “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” kanunuyla 500 sene evvel Kanuni Sultan Süleyman’ın aldığı tedbirlerin biri biriyle hiç bir benzerliği yok mu?

Hayır.

Hiç bir benzerlik söz konusu değil.

Biri İslam Medeniyeti’nin önündeki engelleri kaldırıp dinimizin ihyası için alınmış yerinde ve gerekli bir önlem.

Yapıcı.

Hayat verici.

Diğeri yani 1925’teki kanun ise “islam düşmanlarının” bu dinin yok edilmesi için önlerinde engel olarak gördükleri “tekke ve zaviyeleri” kökünden kazıyarak İslam Dini’ni bu topraklardan tamamen çıkarma gayreti.

Tahrip edici.

Öldürücü.

Yani birincisi ne kadar İslamî ve insani ise, ikincisi o kadar zalimce ve gayrı İslamî idi.

Üç beş kuru ve çürük ağaç sebebiyle tüm ormanı kökten yok etmekle eş değer, düşmanca bir tavırdı.

*************

Kıymetli arkadaşlar,

Zaman, var olan her şeyi ya eskitir, ya yıpratır ya değiştirir, ya da formunu başkalaştırır.

İnançlar da zamanın bu etkilerinden uzak duramaz maalesef.

Sözler ve inanışlar dilden dile intikal ederken insan denen varlığın muhayyile süzgecinden geçer ve temas ettiği coğrafyaların kokusundan ve dokusundan nasibini alır.

Dinimiz İslam da böyle.

İşte bunu çok iyi bilen kadim İslam alimlerimiz dinimiz İslam’ı bu yıpranma ve tahavvüllerin etkisinden korumak için bu dinin “kitabını ve sünnetini” bir kaç yüz yıl çalışıp sağlam temeller üzerine oturtmuşlar.

Bu ümmete sağlam deliller bırakmışlar.

Şaşmayalım, yoldan çıkmayalım diye elimize “Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyası Fukaha” gibi yol haritaları emanet etmişler.

Zira yukarıda da değindiğimiz gibi onlar da çok iyi biliyordu zaman içinde “insanoğlu denen varlık” rüzgar nereden eserse oraya doğru savrulur.

Şeytan nereden üflerse o yöne doğru meyleder.

Tarikatler de bu sadettendir kıymetli kardeşlerim.

Tarihsel süreç içinde “züht ve takva” ehli müslümanların dünyadan ve nefsani arzulardan uzak olup Allah’a daha yakın olma arzuları söz konusuyken zaman içinde, farklı toplumlar ve farklı coğrafyalarda bu “züht ve takva” gayesi yerini başka şeylere bırakabilmiş.

Peki tarikatlardaki bu eksen kayması diyebileceğimiz sapmalar hiç bir dirençle karşılaşmadılar mı?

Elbetteki karşılaştılar.

1400 yıllık İslam tarihi boyunca nice İslam alimi, din bilgini yetiştirdi dinimiz.

Nice imanlı ve feraset sahibi devlet adamlarımız oldu.

Hak ve hakikat düşkünü toplumlarımız oldu.

İşte yoldan çıkmış, islami ve insani kontrolünü kaybetmiş tarikat ve cemaatler bu direnişlerle karşılaşıp zaman içinde ya yok olup tarihe karıştılar ya da başkalaşıp islama yakın ya da uzak formlarda hayatlarını devam ettirdiler.

Sözü çok uzatmadan günümüze gelecek olursak.

Bildiğiniz gibi günümüzde de yüzlerce ve hatta binlerce tarikat ve cemaat var Dünya’ya yayılmış.

Bazıları nevzuhur, bazıları da oldukça yaşlı, hatta üç beş asra dayanan ömürlere sahip.

Köklü, gelenekli, örflü tarikatlar.

Peki kardeşim kim bunlar?

Ne yaparlar?

Neyi hedeflerler?

Bizim tavrımız ne olmalı?

Tarikat ehli insanlar tehlikelimidir?

Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan mıdır?

Bir veliye mürid olmayanlar cennete gidemez mi?

İslam ve Türkiye düşmanlarının desteklediği tarikatlar var mıdır?

Geçmiş tarikatlarla bugünkü tarikatlar ne kadar benzeşiyor, hedefleri ve işlevleri bakımından ne kadar örtüşüyor?

Yoksa tasavvuf bir illüzyondan ibaret mi?

Gibi sualler doğal olarak geliyor akla.

Önümüzdeki hafta imkan elverirse bu sorular üzerine bir kaç kelam edelim inş.

Kaynak: Ahmet Kemal Öncü

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.