Basından Seçmeler/Ulvi Saran Yazdı: Türk Ordusu, Kimin Ordusudur?-1

TÜRK ORDUSU, KİMİN ORDUSUDUR?-1

Harp Okulu mezunları diploma töreninin ardından, bir grup genç teğmenin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz…” şeklinde sloganlar atması, kamu oyunda ve sosyal medyada günlerdir süren hararetli tartışmalara konu olmuştur.

Teğmenlerin sergiledikleri tavır ve gerçekleştirdikleri eylem, attıkları slogandan bağımsız olarak, genelde yöntemi itibariyle askerlik mesleğinin görev anlayışı ve disiplin ilkelerine uymayan, tören programının ve emir-komuta zincirinin dışında bir tezahürat olarak değerlendirilmiştir.

Verdiği mesaj itibariyle tartışılan slogan, Türkiye’nin düşünce ve siyaset ikliminin kapsamlı ve çok yönlü biçimde analiz edilmesini ve siyasal kültür profilini ortaya koyabilecek bir içeriğe sahiptir.

Sloganın içeriğini ve verdiği mesajı analiz edersek;

-Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür ve bu değişmez bir gerçektir.
-Almanya’nın Kurucusu Otto Von Bismarck, İtalyanın kurucusu Garibaldi, Rusya’nın kurucusu Büyük Petro, ABD’nin kurucusu George Washington, Çin’in kurucusu Shi Huang’dır
-Bu ülkelerin hiç birinin ordusu, bayramlarda ve törenlerde kendisini ülkenin kurucusunun adıyla, onun ordusu veya askeri olarak ifade etmez.

Dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde, orduların varlık ve misyonları, kuruluşlarındaki baskın ideolojilerle ve kurucularına olan aidiyetleriye temsil edilmez. Demokratik ilkelere bağlılık, evrensel değerler, milli ruh ve devletlerinin bağımsızlığı ile ifade edilir.

Çağdaş ve demokratik bir ülkenin ordusu kendisini, kurucu kadrolarının ve devlet yöneticilerinin siyaset anlayışlarına sadakati ve ideolojilerine bağlılığı çerçevesinde değil; hukukun üstünlüğü, milli bağımsızlığın ve anayasal düzenin korunması, profesyonel askerlik etiğine ve ilkelerine olan bağlılığı çerçevesinde tanımlar.

Neden?
Çünkü kuruluş döneminde çağının dinamiklerine uygun yenilikçi ve atılımcı olan bir devlet ideolojisi, süreç içerisinde toplumsal ve siyasal anlayışlarda ve maddi yaşam biçimlerindeki değişim gereklerinin getirdiği zorunluluklar karşısında kaçınılmaz biçimde eskir, aşınır ve geçerliliğini kaybeder de onun için…

Bu nedenle, devletlerin ve siyasi rejimlerin misyonlarını, işlevlerini ve kurumsal yapılarını tanımlamada referans alınacak ölçüt, zamanla değişmesi kaçınılmaz olan katı kurucu ideolojiler, bunların liderliğini yapan siyasi figürler, kadrolar ve benimsedikleri doktrinler değil; tarihi gelişme süreci içinde değişimi karşılayabilecek esnek, çoğulcu ve kuşatıcı nitelikteki ilkeler ve bunları yansıtan evrensel ve demokratik değerlerdir.

Kurucuların adlarıyla anılan ve onlara değişmez bağlılık yeminleriyle kendilerini ifade eden ordular, dünyada sadece Kuzey Kore ve Ortadoğu diktatörlükleri gibi otoriter ve despotik rejimlerde kalmıştır.

Ülkenin kurucusuna mutlak ve tartışılmaz sadakat ifadeleri, koyduğu ve dünya durdukça değişmeyecek ilkelere bağlılık yeminleri, ebedi devrim ruhunu yaşatma iddiasını dile getiren söylem ve klişeler, geçtiğimiz yüzyılın katı, faşist ve otoriter siyasal rejimlerinin, donmuş devlet yapılarını sürdürme politikalarına hizmet eden despotik ve dayatmacı ideolojik endoktrinasyon araçlarıdır.

Bu tür söylem ve ideolojiler, temelde değişim olgusunu ve diyalektiğini ve ne kadar dahi ve ileri görüşlü olurlarsa olsunlar devlet kurucularının düşünce ve ideolojilerinin aşılabileceği gerçeğini reddederler. Otoriter devletlerin bu kapsamda sistematik programlarla genç nesillerin zihinlerine empoze ettikleri yüksek dozlu ideolojik aktarımlar, genç nesillerin araştırma ve sorgulama becerilerini ve toplumların gelişme dinamiklerini körelten bir işlev görmüşlerdir.

İnsanların kişiliklerine değer vermeyen ve düşünce özgürlüklerini tanımayan bu tür ideolojiler ve bunların tek tip vatandaş yetiştirme amaçlı siyasal zihin mühendisliği araçları, 1950’lerin öncesinde kalmıştır. Bu anlayışın son temsilcileri de yine 20’inci yüzyılın son çeyreğinde birer birer çökmüş veya bu iddialarından hızla vazgeçmişlerdir.

Dünya siyaset tarihindeki örneklere bakacak olursak, soğuk savaş ve çatışma döneminin ve iki kutuplu dünya düzeninin iki temel ideolojisinden birinin ve sosyalist devlet modelinin temsilcisi olan SSCB, değişime ayak uyduramayarak çökmüş, bu bağlamda toplumlarına adil bir çözüm ve refah getiremeyen Marksist ve Leninist ideolojinin figürleri ve sembolleri bir bir ortadan kaldırılmıştır.

Bize gelirsek;

Türkiye Cumhuriyeti, dünya siyasi dengeleri içinde sürdürülebilirlik potansiyelini kaybetmiş ve yıkılmakta olan Osmanlı imparatorluğunun siyasal model olarak bir antitezi niteliğinde, karşıt ve tepkisel bir siyasi kadro hareketi eliyle, laik ve pozitivist düşünce temelleri üzerinde kurulmuştur.

Atatürk, bu devletin kurucusudur. Devletin kuruluşunu dayandırdığı ilkeler ve kurallar, döneminin Avrupa’da yaygın ve popüler olan devlet ve yönetim modellerinden ilham ve esas alınarak tasarlanmış ve hayata geçirilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluş döneminde yeni devlet sistemini inşa etmek üzere kısa sürede hayata geçirilen inkılap ve reformların, tasarlanma ve uygulanma biçimleri itibariyle farklı düşünce ve siyasal bakış açıları çerçevesinde bir asırdır tartışma arenasından düşmemiş olması gündemimiz dışında olan bir konudur.

Devrimci liderler ve vizyoner devlet kurucuları siyasal değişim sürecinde görevlerini yerine getirirler, tarihi misyonlarını tamamlarlar ve ölürler. Başarıları veya başarısızlıkları tarih önünde takdir edilir. Devletlerin kuruluş sürecinde oynadıkları roller ve sisteme olan katkıları siyaset tarihinde ve siyaset bilimi literatüründe kayda geçirilir.

Bu bağlamda, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti, tüm ilkeleri, kuralları ve kurumlarıyla Türkiye’nin siyasi tarihinde, siyasal değişim ve gelişme sürecinin bir evresi ve siyasi pratiğinin somut bir modeli olarak hayata geçirilmiş, kuruluşu tamamlanmıştır.

Atatürk’ün bu süreçte stratejik düzeyde devlet kurucusu olarak oynadığı rol Türkiye’nin siyasi tarihine damgasını vurmuş ve diğer bir ifade ile tarihsel gerçekliğe dönüşmüştür.

Burada esas dikkate alınması ve kabul edilmesi gereken nokta, devrimci liderlerin, devlet kurucusu sıfatıyla yerine getirdikleri rollerin ne kadar radikal, etkili, dönüştürücü ve geleceğe hitap edici nitelikte olurlarsa olsunlar; gerçekte geleceği belirleme güçlerinin sınırlı olduğu, değişim dinamiklerinin getireceği yeni talepleri ve zamanın gereklerini karşılamada yetersiz kalacakları gerçeğidir.

Devletlerin gerek temel erklerinin ve işleyiş mekanizmalarının, gerek başlıca kurumlarının ve konumuz çerçevesinde ordularının varlığı ve sürekliliği; devleti kuran siyasi liderlerin adları ve bireysel kişilikleri üzerinden değil, devletin tüzel kişiliği ve manevi şahsiyeti üzerinden devam eder.

Bu bağlamda ordular, birliğini ve bağımsızlığını korumakla yükümlü oldukları milletlerinin ve devletlerin ordusudurlar ve bu tanımla anılırlar.

Yazının başında sıraladığımız demokratik ülkelerin hiç birinde, resmi bayram ve törenlerde ordu mensupları, geçmişteki devlet kurucularını referans alıp kendilerini onların askerleri olarak tanımlamazlar. Varlık nedenlerini, güçlerini ve misyonlarını onlardan aldıklarını ifade etme gereği duymazlar. Bu bağlamda, ABD silahlı kuvvetleri George Washington’un ordusu, İtalyan silahlı kuvvetleri, Garibaldi’nin ordusu, Rus silahlı kuvvetleri Deli Petro’nun ordusu olarak anılmaz. Mevcut devlet rejimlerinin kurumsal adlarıyla anılırlar.

Bırakalım cumhuriyet rejimlerini, halen monarşi olarak varlığını sürdüren siyasi rejimlerde bile, devletin temel organları ve orduları, geçmişte kurucu olarak rolünü tamamlamış ve tarih sahnesinden çekilmiş kurucularının adlarıyla anılmazlar. Bu bağlamda İngiliz ordusundan, ülkenin ilk kralı olan Kral Fatih William’ın askerleri olarak söz edilmez. Rejimin adını yansıtan “Kraliyet ordusu” olarak söz edilir. Çünkü krallar ölür, ama kraliyet kurumu yaşadığı sürece varlığını sürdürür.

Ülkelerin resmi bayram törenlerinde ve kurtuluş günlerinde, silahlı kuvvetlerin her fırsatta ilke ve devrimlere bağlılık üzerine and içmeleri, Kuzey Kore gibi ülkelerde en ileri biçimini gördüğümüz üzere, ilkel bir tutumdur ve açıkça azgelişmişlik örneğidir.

Özellikle, geçmişteki liderlere aidiyeti, onların ideolojilerine mutlak sadakati ve bağlılığı ifade eden, soğukkanlılıktan uzak, yüksek heyecan ve hamaset tonuyla dile getirilen söylemler, o rejimlerin;

-Kendilerini yenileyemediklerini, değişime ve çağın gereklerine ayak uyduramadıklarını,
-Siyasal reaksiyon ortamından kurtulamadıklarını, sürekli devrim-karşı devrim ve misilleme kaygısı içinde yaşadıklarını,
-Rejimin varlığına, toplumsal barış ve bütünlüğe ilişkin ciddi sorunlarının bulunduğunu ifade eder.

Türkiye örneği üzerinden özetleyecek olursak, ordu mensuplarımızın, ikide bir devletin kurucusunun koyduğu ilkelere bağlılıklarını vurgulama gereğini hissetmeleri;

-Ülkemizde siyasi rejim tartışmalarının henüz bitmediğini,
-Hâlâ devrim-karşı devrim ilişkisi üzerinden siyasi görüş farklılıkları ve çatışma ikliminin sürdüğünü,
-Toplumun belli kesimlerinin farklı görüş sahiplerine karşı misilleme ve ve rövanşist eylem arayışlarının sona ermediğini,
-Siyasi görüş farklılıklarının hazmedilemeğini ve bu bağlamda toplumsal barış ve bütünlüğümüzün kurulamadığını,
-Ülkemizde sürekli bir gerilim, cepheleşme ve çatışma atmosferinin bulunduğunu, dolayısıyla siyasi olgunluğun, çoğulcu demokrasinin ve düşünce özgürlüğünün sağlanamadığını akla getirmektedir.

Oysa, ülkemizin hali hazırdaki temel sorunu, siyasi rejim sorunu değildir. Siyasi rejimimiz, çok partili siyasi hayata dayalı Cumhuriyet idaresi olarak kurulmuş ve herkesçe benimsenmiştir. Dolayısıyla bu çerçevedeki tartışmalar, uzun süre önce sona ermiştir.

Gerçekte temel sorunumuz, tutarlı ve istikrarlı bir devlet sisteminin hayata geçirilememesi; ülkenin adalet, açıklık ve hakkaniyet ilkeleri doğrultusunda hukuk kurallarına uygun olarak yönetilememesi, düşünce özgürlüğüne ve farklı düşüncelere saygı temelinde çoğulculuğun ve gerçek anlamda demokratikleşmenin sağlanamamasıdır.

Atatürk, bir “peygamber,” kurduğu rejim de bir “din” değildir. Bu nedenle, kendisine ve getirdiği ilkelere, dünya durdukça değişmez bir inanç ve sadakatle bağlı kalınmasını gerektirecek bir kutsallık, ve tartışılmazlık izafe edilemez.

Atatürk’ün bizzat kendisi, her fırsatta dogmalara, pozitif temeli olmayan düşüncelere ve değişmez inançlara karşı olduğunu ifade etmiştir.

Ordumuzun bağlı olduğu siyasi otoriteyi ve güç merkezini, milletin sivil iradesini temsil eden devletin manevi şahsiyetinin sürekliliği üzerinden tanımlamak yerine, geçmişten referans alarak ifade etmeye kalkarsak, kronoloji zinciri üzerinde bunun sonunu getiremeyiz. Ta Fatih’e, Murad Hüdavendigara, Alpaslana ve Mete hana kadar gitmek zorunda kalırız.

Özetle,

Eğer Atatürk, bu devleti kendi adıyla anılacak ve varlığını sürdürecek bir rejim olarak kursaydı, adına “Atatürk Cumhuriyeti,” ülkeye de “Atatürk ülkesi (Atatürkland) adını verirdi. O takdirde, üzerinden 200 yıl geçmiş olsa da, ordu mensuplarının törenlerde kendilerini devletin adıyla da uyumlu olarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” şeklinde ifade etmesi tartışılmazdı. Oysa bizim devletimiz “Türkiye Cumhuriyeti Devleti,” ülkemizin adı “Türkiye” ve milletimiz “Türk milleti”dir.

Dolayısıyla ordumuz “Türkiye Cumhuriyeti ordusu,” askerlerimiz de “Türk devletinin” ve “Türk milletinin” askerleridir.

Kaynak: Ulvi Saran
(Independent Türkçe)

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.