İdris Günaydın Yazdı: Hacca Gidiyorum İnşallah

HACCA GİDİYORUM İNŞAALLAH

Kıymetli okuyucularım, beni arkadaş ve dost kabul edenlerim.
İslam’ın beş ana farzından biri olan Hac ibadeti için inşallah 1 Haziran’da yola çıkıyoruz. İlk durak Medine-i Münevvere.

Hac deyince akla iki mekân gelir: Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere… Mekke’yi mukaddes hale getiren Kâbe, Medine’yi mukaddes hale getiren de Peygamberimizin orada medfun olmasıdır.

Kâbe, topuk demektir. Yeryüzünün topuğu, insanlığın topuğu Kâbe’dir. O sayede insanlık da, yeryüzü de dengede durur. Çünkü Allah’ın Hz. Adem’e vahyi ile yapılmış ve mimari ölçüleri hiç bozulmamış, yandıysa da, yıkıldıysa da aynı temeller ve aynı minval üzere yapılmış bir evdir. Allah’ın evi.

Ve insanlık yerleşik düzene Kâbe sayesinde geçmiştir. İlk insanın çağında geçmiştir.

Medine’de Peygamberimiz medfundur. Peygamberimiz insanlığın en numune, en örnek şahsiyetidir. Eğer insan inceltilebilse Hz. Muhammed en ince, eğer insan bir oyma sanatına tabi olabilse Hz. Muhammed en harika sanat örneği, eğer insan bir pırlantaya dönüştürülüp vitrine konabilse Hz. Muhammed en pahalı ve nadide bir pırlanta gibidir.

Bin dört yüz senedir inkârcılar onun açığını bulmaya çalıştılar, pes ettiler. Düşmanlar ona taş attılar da yaptıklarından kendilerinin utanmak zorunda kaldıklarını itiraf ettiler.

Mekke ve Medine, toprağı bol, yeşili bol bir sayfiye kenti değildir. Bu iki kenti para harcamak, yemek, içmek, yatıp yaslanmak için gezmez insanlar. Orayı ziyaret eden her Müslüman, milyonlarca yürek, istisnasız bir damla gözyaşı bırakır o topraklara.

Yani arınma yeridir, durulma yeridir. Müslümanların hamamı, manevi kirlerden arındığı çamaşırhanesi…

Sadece bu kadar mı? Ayrıca yeni bir istikamet yeridir.

Geçmişiyle yüzleştiği devasa aynasıdır.

Dağdan, beldeden, köyden, çölden, şehirden, okuldan, çadırdan kalkıp gelen milyonların kısa süreli bir hizmet içi eğitim kursuna tabi olduğu, sertifika aldığı, yoklukta eşitlendiği, mesleki diplomalarının, kasalardaki paralarının hiçbir ehemmiyetinin kalmayıp önündeki Habeşlinin, Kamerunlunun ayaklarını bastığı yere falan ülkeden gelmiş falan şirketin CEO’su, filan ülkenin çok çok zengininin alnını koyup secde ettiği bir yerdir. Yüzünü sürüp ağladığı bir mekân…

Fakir de olsan fakirlikte, zengin de olsan fakirlikte eşitlendiğin yer.

Madden kupkuru olan o topraklar manen gözyaşlarıyla nemlidir. Hz. Adem’den beri böyledir.

Kimse, “Amaan…ne var burada? Sıradan bir çöl kasabası!” dememiştir. Diyen de tepesinde zamanın İHA’larını, SİHA’larını görmüş, akbabalara yem olmuştur.

Çok ilgimi çeken bir taş hikâyesi anlatayım size. Almanya’da tanıdığım bir aile… Hacca gidecek lakin diş doktoru olan Barbara adlı hanıma dişlerini kontrole gidiyor. “Barbara! Arabistan’a Hacca gideceğim. Bizim inancımıza göre bu bir ibadettir. Dişlerimi bir kontrol eder misin?”

Barbara, “bana oradan bir taş getirir misin?” diyor.

Ne taşı?

Bir taş… Koleksiyon yapıyorum ben. Birçok ülkeden taşlarım var.

Hacca gidiyor aile ve Barbara’yı, taşı unutuyorlar. Bir seferinde tavaf yapıp bitirince, Kâbe’nin olduğu mekândan ayrılırken, ama Kâbe’nin daha çevresindeler; iki Arap karşıdan gelmekte iken bir şeyler söyleyip ellerindeki taşı bu ailenin önlerine doğru fırlatıyorlar.

Bu aile(karı/koca) önce irkiliyor sonra da taşı yerden alıyorlar ve “Nedir, ne değildir” derken Barbara’yı hatırlıyorlar.

Kâbe’nin çevresinde taş, kum, toprak bulunması asla söz konusu değildir. Orası sürekli temizlenmektedir.

Taş yassı, pürüzsüz, bir avuç içinin yarısı büyüklüğünde, açık kahverengi… Bizde deniz ve dere kenarlarında çokça bulunabilen bir taş…

Kadın diyor ki; “Ben başka bir taş götüreyim de bu taşı Barbara’ya vermeyeyim. Bu taş gizemli…”

Başka bir taş daha buluyor Mekke’den ve Almanya’ya dönüyorlar.

Benimle tanışmazdan az zaman önce Hacdan gelmişler. Benimle tanıştıktan sonra taşı gösterdi ve üzerine, bir yüzüne “Allah” bir yüzüne “Muhammed” yazıp yazamayacağımı sordu. Ayrıca yazıyı süsletip evinin vitrinine koyacak.

Dediğini yaptım. Götürüp kendisine verdim.

Olayın geri kalanını kadın şöyle anlattı başka bir tarihte: Barbara’ya gittim ve onun için seçtiğim taşı götürüp verdim. Teşekkür etti ama taşı çok da beğenmedi. Hatta gördüğüm bu değildi, dedi.

Anlamadım! Ne dedin?

Anlattı: “Ben rüyamda bir taş gördüm. Sizin gittiğiniz o Kâbe’nin yanında. Fakat bu taş değildi!”

Hmm. Artık taşı daha evimde tutamazdım. Aldım Barbara’ya götürdüm. Görünce sevindi, heyecanlandı da “evet, evet. İşte buydu” dedi. Üzerindeki yazıyı sileyim mi dedim? Gerek yok diyerek taşı teslim aldı.

Hâlâ olayın şokundayım. Barbara mı ermiş, ben mi ermişim?

Allah bu aileye rahmet eylesin. İkisi de rahmetli oldular.

Barbara duruyorsa Rabbim hidayet nasip etsin. Belki de hidayet çoktan nasip oldu.

Böyledir bu dünya! Nice sırlarla doludur: Ahmet Rufai ne güzel söylemiş:

Kimi Ahmet seni uzaktan tanır,

Kimi yaklaşır da kör olur gider…

Bu vesileyle yazımın ulaştığı herkese, arkadaş, akraba, okuyucu, tanıyan…Eğer Allah düşmanı, vatan düşmanı, millet düşmanı değillerse, hakkım da varsa, hakkımı helal ediyorum. Vatan, millet düşmanı olanlara da Allah’tan iman, şuur ve iz’an niyaz ediyorum.

Vesselam.
Kaynak: İdris Günaydın

admin
Sosyal Medya

admin

1953 yılında Edirne'de doğdu. İstanbul Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 11 yılı lise müdürlüğü olmak üzere 25 yıl öğretmenlik yaptı ve 2001 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'ndan emekli oldu. Üniversite yıllarından beri hobi olarak çeşitli yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yaptı. İlk kitabı olan 'BAŞARI HİKAYELERİ' 14 Haziran 2018'de yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Gönder
Haber İhbar Hattı
Haber İhbar Hattı..
Lütfen Sağ Alttaki Gönder Butonunu Tıklayınız.